Demek Böyle Ölünürmüş

Bu ifade Necip Fazıl’a ait… Ölümüne dakikalar kala camdan dışarı bakar ve bu sözleri sarf eder. Son ana kadar bilincini koruyabilmek herkese nasip olmuyor. Bazı kişiler ölmeden önce aylarca bilinçsiz bir şekilde yatıyorlar. Bazıları ise saniyeler içerisinde kötüleşip ölüyorlar. Ölümün ne zaman ve nasıl geleceğini tahmin etmek mümkün değil.

Geçen hafta bir çırpıda Atul Gawande’nin “Being Mortal – Ölümlü Olmak” kitabını okudum. Amerika’da doğu (Hint) kökenli birisi olunca bazı hadiselere farklı bir gözle bakabiliyorsunuz. Atul Gawande, Boston’da benim de çalışma imkânı bulduğum Brigham and Women’s Hastanesinde genel cerrah. ABD’de bakım evlerini, yardımla yaşama merkezlerini, ailesinin hastalık süreçlerini, insanoğlunun yalnızlığını ve ölüm karşısındaki çaresizliğini yazmış. Bazen düşündürücü, bazen gülümsetici bir kitap olmakla beraber, bazı yerlerinde ABD’deki kapitalist bakış açısına uygun olarak maliyet analizlerine fazla yer ayırmış gibi geldi. Bununla beraber insanın yataklara düşmüş olsa bile içindeki yaşama içgüdüsünü iyi vurgulamış.

Ölmeden önce bir insanın yaşayabileceği en kötü durum, bilincinin yerinde olmasına rağmen vücuduna hükmedememesi olsa gerektir. Bu durumda insanın psikolojik direnci de tamamen kırılıyor, çünkü kendine yetemiyor ve başkalarına bağımlı hale geliyor. Nitekim biz de güzel bir deyiş vardır:

“Allah elden ayaktan düşürmesin…”

İngiltere’de 5 yıl önce geçirdiği fleç nedeniyle, bilinci tamamen yerinde olmasına rağmen vücudunu kontrol edemeyen Tony Nicklinson, doktorların kendisini öldürebilmesi için mahkemeye başvuruyor. Uzun süren bir dava sonucunda isteğini kabul ettiremiyor, ama yakın zamanda geçirdiği bir zatürre nedeniyle doğal yollardan hayatını kaybediyor. Üç kez kalbi durması nedeniyle kalıcı bitkisel hayata girdiği düşünülen bir İngiliz ise aylar sonra nörolojik açıdan düzelmeye başlıyor.

Hayatı çekilmez hale gelen, çok şiddetli ızdırap çeken kişilere ötenazi yapılmalı mı, yapılmamalı mı şeklinde devam eden tartışmaların cevabını doktorların veremeyeceği kesin. Bence biz hekimler hayatı sonlandırmaya değil, devam ettirmeye odaklanmalıyız.

Uzun hastalık süreçleri hasta, ailesi ve tüm sevdikleri için hem manen, hem de madden çok zordur. Çok sevdiğim iki kişi kendilerine has uzun süreçlerden sonra hayatlarını kaybettiler. Onların yaşam hikâyeleri çok şey anlatıyor.

Birisi dedemin hikâyesi. Rahmetli dedem son derece hayata bağlı, keyifli bir adamdı. Hafızasının kuvvetine ahir ömründe dahi hayran olurduk. Aynı zamanda tipik bir hiperaktif kişilikti. Mesela 60 ihtilali sırasında ateşli bir Demokrat parti savunucusu olduğu için, hapisten zor kurtulmuş. Gönen’deki köylerinde siyasete merakından dolayı kendisine “Churchill…” lakabını takmışlar. Benim hem fiziksel, hem de karakter özelliklerim anne dedeme çok benziyor, ayrıca ilk torunu olduğum için yerim ayrıydı. Annesinin söylemesine göre 1919, kendi söylemesine göre 1921 doğumluydu. Aslında 2012 yılına kadar gayet iyi gitti. Dile kolay, 90 yıl. Gözündeki sorun hariç ciddi bir sağlık sorunu yaşamadı diyebiliriz. Ne dede ne de anneannemin herhangi bir suni şey yediklerini görmedim, stressiz, sade bir yaşam.

Hastaneye doğru yola çıkmak üzereyken sabah 8’de dedemden telefon geldi. Oğlum çok göğsüm ağrıyor diye. 15 dakika içerisinde evlerine ulaştım, göğüs ağrısı enfarktüs gibi duruyordu. Hemen eczaneden aspirin alıp kendisine verdim ve bu arada 112’ye haber verdim. Saat 9:30’da Marmara’ya varmıştık. Çekilen elektrosunda gerçekten enfarktüs geçiriyordu. Hızla anjiyografi ünitesine alındı ve tıkanık damara stent konularak açıldı. 10:30’da salimen kardiyoloji yoğun bakıma çıktık. 1-2 gün sonra da taburcu oldu. Yine de efor kapasitesi çok sınırlı ve kalp kasılma gücü çok zayıftı.

O işlemden sonra 1,5 sene yaşadı. Kendi şahsi ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Ama son 1 yılı evinde geçirdi diyebilirim. 2013 Ekim ayında Japonya’ya gitmiştim, döndüğümde kendisine uğradım. Her zamanki meraklılığı ile yabancı ülkeleri sordu. Haritacı olduğu için inanılmaz bir yer ve coğrafya bilgisi vardı. Bizleri de dünyayı dolaşmak için daima teşvik etmişti. Annem gündelik ihtiyaçları için dedem ile anneanneme yardım ediyordu ve 2-3 günde bir kendilerinden haber alıyordum. Ayda bir de uğrama fırsatım oluyordu. 2014 başıydı, annem dedemin biraz sıkıntılı olduğunu söyledi. Ben de ertesi gün uğrayacağımı söyledim. O akşam anneanneme;

“Hasan ile Halit İstanbul’dalar değil mi?”

Diye sormuş. Çünkü ölmesi durumunda kendisini mezara bizim indirmemizi vasiyet etmişti. Ertesi sabah 7’de telefon aldım. Dedem yataktan doğrulmuş. Fakat yan düşmüş ve kafasını çarpmış. Anneannemi çağırmış. Sonra tuvalete gitmek istediğini söyleyip ayağa kalkmış. 1-2 adım attıktan sonra yoruldum diye yere oturmuş ve derin bir nefes çektikten sonra ruhunu teslim etmiş. Anneannem üzüntülü olmasına rağmen, bu huzurlu gidişin büyük bir nimet olduğunu düşünüyordu.

Yaşamın bu şekilde sonlanmasını bir nimet olarak düşünmek lazım herhalde. Sugarbaker’ın babası 94 yaşında 4-5 gün yoğun bakımda yattıktan sonra vefat ediyor. Bunun üzerine yakın arkadaşı Swanson;

“I would sign up for this – Böyle bir ölüm için ismimi kaydettirirdim.”

diye söylemişti.

Beni çok etkileyen bir başka kişinin süreci ise çok daha farklıydı. Kendisini 2006 yılında tanıdım. İş hayatımda zor bir dönemden geçiyordum. Bir Cuma vakti düzgün bir şekilde vaaz veren, gösterişten uzak, net ve anlaşılır, bir o kadar da zeki bir insan ile karşılaştım. Herkesin zekâ seviyesi farklıdır, o nedenle size bir şeyler öğretecek kişinin en az sizin kadar zeki ve daha birikimli olması beklenir. Hocanın bir konuyu anlatırken ciddiyetini koruyan, önemli yerleri nasıl vurgulayacağını bilen, bilgisinin sonucu olarak konuşmasını yerinde örnekler ile zenginleştiren ve kıvrak zekâlı biriydi. Uzun bir sakal, dinç bir vücut ve hemen fark edilen enerjisi ile 50’li yaşlarının sonuna yaklaşmış gayet sağlıklı bir kişi görüntüsü veriyordu. Bir Cuma günü çıkarken kendisinin aksadığını görünce yanına yaklaştım ve hekim olduğumu, bir sağlık sıkıntısı varsa yardım edebileceğimi söyledim. Hoca da kaval kemiğinin önünde bir yağ bezesi oluştuğunu, ameliyat olduğunu, raporları bana gösterebileceğini söyledi. Bir vesile ile raporları gördüm, ama sonuç hiç te iç açıcı değildi. Çok nadir görülen bir yağlı doku kanseri (liposarkom) gelişmişti ve ameliyatla çıkarılan bölgenin tabanında tümör devam ediyordu. 3-4 ay geçmedi, sol kasığında bir yumru geliştiğini, bunun önemli olup olmadığını sordu. Bu arada işini hiç aksatmıyordu. Mahallede çok tanınan ve sevilen birisi olduğu gibi, birçok konuda liderlik yapıyor, fakir fukaraya yardımları organize ediyor, genç çocukların düzgün dini bilgiler almaları için elinden geleni yapıyordu. Sol kasığındaki lenf bezini lokal anestezi altında tamamen çıkardık. Maalesef tümör metastazı gibi duruyordu. Tümör biraz daha şekil değiştirmiş ve hem yağlı doku, hem de kas dokusu kanserine dönüşmüştü. PET dediğimiz tümörün yaygınlığını göreceğimiz tetkikin sonucu tam bir felaketti. O dinç görünümlü adamın her yerinde tümör vardı. Leğen kemiğinde, omurgasında, karaciğerinde, akciğerlerinde ve daha birçok yerde. Bu durumda yaşam beklentisi en fazla 6 aydır. Hocaya durumun önemli olduğunu uygun bir dille izah ettik ve kemoterapiye başlandı. Hoca inanılmaz bir şekilde tedaviye cevap verdi. Hastalık yine yaygındı ama tümör adacıkları küçülmüştü. Rahatladı ve Ramazanı zor çıkarır diye düşünürken dört Ramazan geçti. Arada tümör nüksediyor, biraz ağrı şikayetleri oluyor, ama tedavi ile geriliyordu. Hatta tüm beyin ışınlaması dediğimiz radyoterapi dahi uygulandı. Bu dört yıl boyunca Hicaz’a gidenlerin kendisine ettikleri dualardan, mahalledeki kendisini sevenlerin getirdikleri şifalı otlar ve ballardan bahsederken duygulanıyordu. Kemoterapi süreçleri hariç görevlerini aksatmıyor ve hastalığını önemsemiyordu.

6 yılın sonunda artık vücudu zayıf düşmüştü. Karaciğerindeki büyük tümör metastazı ana toplardamara baskı yapıyor, her iki akciğerindeki tümörler nefesini daraltıyordu. Bir gün evinde aniden düştü. Bu düşmeden sonra kendisini ziyarete gittiğimde “Bu hastalığın çok ciddi olduğunu şimdi anladım” diye konuştu. Son 2-3 ayını yatağa bağımlı geçirdi ve 4-5 kez ziyaretine gittim. Artık kalkmaya zorlanıyor ama yine de ziyaretine gidenlere karşı oturmaya çalışıyordu. Havalı yatak ihtiyacı da oluşmuştu. 2012 Mayıs ayının 17’si Cuma gecesi ruhunu teslim etti. Hocanın bir kez bile “öf, perişanım, ne olacak benim halim” gibi şikâyet ettiğini görmedim. Depresyon ilacı dahi kullanmadı. Hoca Erzurum’un İspir kazasındandı ve meğer o yöre insanları zekâlarıyla ünlülermiş. Velhasıl namsız ve nişansız bir şekilde Merdivenköy mezarlığına defnedildi. Yurt dışında olduğumdan cenazesine katılamadım, ama binlerce kişinin katıldığı cenazesinde tam namaz vakti öyle bir yağmur indirmiş ki, görenler inanamamışlar.

Uzun süren hastalıklarda ilk başta herkes ilgi gösteriyor, ziyarete geliyor, yardımcı olmaya çalışıyor. Ama günler geçtikçe tam bir yalnızlık yaşanıyor, çünkü süreç herkesi yormaya başlıyor. Yukarıda anlattığım iki değerli insanın en önemli özellikleri, çok zor süreçlerden geçmelerine rağmen isyan etmemeleri ve tevekkül etmeleri.

Yunus ne güzel söylemiş,

“Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri,
İsteyene ver anları,
Bana seni gerek seni.”

Her şeyi bilimle açıklayanlar inanç ihtiyacını ve ondan duyulan keyfi, evolüsyondaki süreçlerde oluşan bir sapma olarak açıklıyorlar.  Buna rağmen Atul Gawande babasının küllerini Ganj nehrine savurup, üç kaşık Ganj suyundan içmiş.

Ölüm insanı eşitliyor… Hiçbir dini duygusu olmayanların dahi, öldükten sonra cami de bir helallik almak istemeleri boşuna değil…



Yorumlar

Popüler Yayınlar