Bilgisayar ve Hayat
Bizler
bilgisayarların gelişerek gündelik hayatımızın vazgeçilmez bir unsuru haline
gelmesini birebir yaşayan nesiliz. Lise yıllarında olduğum 1980’lerde ev
bilgisayarları daha yeni çıkmaya başlamıştı. İlk bilgisayarım Commodore 64’tü.
Bu basit bilgisayarda en severek oynadığımız oyunlar Blue Max ve Boulderdash’ti.
Amacı son derece basit bir şekilde diğer uçakları vurma ve hedefleri bombalama
olan Blue Max bizler için bir tutku haline gelmişti. Boulderdash’te ise
kayaları hareket ettirerek elmas topluyorduk. Commodore oyunlarını, kaset
oynatıcı teyplerden yüklüyorduk. Yani günümüz çocuklarının hiç bilmediği,
görseler bu ne diye şaşıracakları basit bir müzik teybi ve kasedinden. 1-2 yıl
içerisinde Commodore 64 demode oldu ve ortaya sadece oyun için tasarlanmış
Amiga çıktı. Amiga kaset kullanmıyor, 3,5 inçlik (7-8 cm) disketleri
kullanıyordu. Bu dönemde PC bilgisayarlarda ortaya çıkmış ve CD’lerin ilk
versiyonu olan plastik kaplama içi plak diye tarifleyebileceğimiz büyük floppy
diskler, daha gelişmiş programları yüklemek için kullanılıyordu. Ethem efendi
caddesi sapağını biraz geçtikten sonra apartman altında açılmış oyun salonu
evde bulamadığımız bazı oyunları oynayabilmemiz için uğrak yerimiz haline
gelmişti. Daha o zaman strateji oyunlarına merak sarmıştım. Dünya genelinde
gemi ile ticaret oyunu olan Ports of Call en favori oyunlarımızdandı. 1987’de
Almanya’ya gittiğimizde Köln’deki uzaktan akrabamızın oğlunda aynı oyundan
vardı ve bizim Köln hatıramız oyun oynamaktan ibaret olmuştu. Ardından Sid
Meier ortaya çıktı ve Pirates, Civilization bizleri aldı götürdü. Üniversite
sınavına iki saat çalışıyorsam, karşılığında dört saatimi bilgisayar başında
oyun oynayarak geçiriyordum.
İhtisas
hayatım başladığında bilgisayarın akademik kullanımı da gündeme gelmişti.
1994’te ihtisasa başlayıp ilk makalemi yazmaya hazırlanırken, makalede
kullanacağım diğer yazıları bulmak için Amerikan Tıp Kütüphanesinin kayıtlarını
taramak gerekiyordu. Fakültemizin kütüphanesindeki bilgisayarda bu kayıtları
tarayıp ilgili makaleleri bulmak, ardından bu makaleleri kütüphanenin tozlu
raflarından çıkarmak gibi uğraşlarımız vardı. Günümüzde yayınlanmış milyonlarca
makalenin tam sayfa orjinallerini evinizdeki bilgisayarın başından bulmak
mümkün hale geldi. Çünkü bütün dergiler artık online versiyonlara sahip, hem de
1990’larla kıyaslandığında dergi sayısındaki 20 kat artışa rağmen. 1995’ten
sonra internet hayatımıza girdi ve hızlı bir şekilde her şey değişti. 1-2 yıl
içerisinde uluslararası irtibatlarımızın tamamını internet üzerinden yapar hale
geldik.
Asistanlık
dönemimizde sunum hazırlamak ayrı bir dertti. Gece karanlığında bilgisayar
ekranından fotoğraflar çekilir, slayt haline getirilirdi. Kıdemlim ve şimdi ki
Yeditepe Üniversitesi Dekanı Prof.Dr.Sina Ercan’ın iyi bir sunum hazırlamak
için saatlerce ekran başındaki uğraşlarını, makinenin ve ekranın gölge
ayarlarını tutturmak için çabalayışını ve slayt filmlerini bastırmak için fotoğrafçıların
kapısında beklemesini hiç unutmuyorum. Slayt makinesi anabilim dallarının en
kıymetli malıydı. Hocamız Prof.Dr.Mustafa Yüksel 1991’de Marmara’ya başladığı
zaman öğrencilere ders anlatabilmek için dost sayılabilecek anabilim
dallarından slayt makinesini ödünç istediğinde aldığı ilk cevap hayır veya
koşullu evet olmuştur. Nitekim Anabilim dalımıza yapılan bağışlardan ilki ile
slayt makinesi alınmıştı. 1990’ların sonuna doğru Powerpoint ve projeksiyon
makineleri çıktıktan sonra önce o makineler çöpe atıldı. Şimdi bahsettiğim
cihazların hepsi müzelik diyebiliriz…
Bundan
sonraki gelişmeler herkesin malumu, ama bu gelişmeler tıp ve bilim dünyasındaki
uygulamaları da çok derinden etkiledi. Bazı örnekler çok çarpıcı.
2000’li yılların başından itibaren hastane yazılımlarının gelişmesiyle tüm hastane işleri bilgisayar üzerinden yapılıyor. Brigham and Women’s hastanesinde dos bazlı bir sistem kullanılıyordu ve ameliyat bitiminde hastaya verilmesi gereken ilaçları ve yapılması gerekenleri bilgisayarda yazıp (çoğu zaman şablon halinde idi ve 1-2 değişiklik gerekiyordu) bir tuşa basarak, hastanın çıkacağı kattaki hemşirenin önüne gönderebiliyorduk. Marmara’da bu sisteme ancak 2008’de geçebildik. Devlet hastanelerinde ise hala bu sistem 2010’lu yıllarda tam anlamıyla yaygınlaştı.
2003’te
Scott Swanson’ı New York, Mount Sinai’deki yeni departmanında ziyaret ettiğimde
hastanın filmlerini ve laboratuar bulgularını evinden görebildiğini söylemişti.
2005’ten sonra Marmara’daki asistanlarımız hastaların akciğer filmlerini email
atmaya başladılar. Bugün ABD’deki bazı hastaneler, hastalarının filmlerini
online olarak ucuz ücrete (tomografi başına 20 dolar gibi) Hindistan’daki
radyologlara okutuyorlar ve bir saat içinde de sonuç raporunu alabiliyorlar. 24
saat hizmet sunan bir sistem. 2009’da bulunduğum University of Pittsburgh
hastanesinde çarşamba sabahları yapılan eğitim toplantısında, asistanların hiç
film taşımadıklarını görünce ne olacak diye merakla izlemeye başladım.
Bilgisayarı açtılar ve dev ekranda Üniversiteye bağlı 10 hastanenin hepsinin
radyoloji sistemine ulaştılar. Mesela herhangi bir hastanın ismini
girdiğinizde, üniversite hastanelerinin herhangi birinde yapılmış olan radyoloji
tetkiki anında bulunabiliyordu. Philips’in kurduğu bu muhteşem sistemi
Radyoloji anabilim dalı başkanımıza anlattığımda, “Orada yaparlar, Türkiye’de
kaç kez denediler, bir türlü çalıştıramadılar” şeklinde tepki vermişti. 2013
yılından itibaren PACS sistemi bizim hastanemizde de verimli bir şekilde
uygulanmaya başlandı.
Bir
diğer gelişme ise doktorların hastaları gezerken ellerinde ipad benzeri tablet
pcler bulundurmaları. Hastanelerde kablosuz internet rutin hale geldi ve vizit
yapan doktorlar hastaların laboratuar, patoloji, radyoloji ve diğer tetkik ve
bulgularına hasta başında ulaşabilir hale geliyorlar. Bu ise inanılmaz bir iş
kolaylığı ve verimlilik sağlıyor. Hatta uluslararası bazı şirketler üst düzey
yöneticilerinin sağlık bilgilerini merkezi bir sisteme yüklüyorlar ve o kişi
dünyanın neresine giderse gitsin, hastalandığında başvurduğu doktor anında
internet üzerinden hastanın tüm tıbbi kaydına ulaşabiliyor.
Bilgisayarların
bu kadar gelişmesi cerrahi eğitimini de değiştiriyor. Mesela cerrahi
simülasyonlar artık çok daha fazla sayıda ve çeşitli. Dünyaca ünlü özofagus
cerrahlarından Belçikalı Prof.Toni Lerut’un 2010 sonbaharındaki emeklilik
töreni sırasında sunum yapan St Louis’deki Barnes Jewish Hospital’ın Göğüs
Cerrahisi Direktörü Prof.Alec Patterson hepimizin ağzını açık bırakan bir
gelişmeden bahsetti. Ameliyat yapmayı planladığınız bir hastanın tomografisi
çekiliyor ve artık çok ayrıntılı görüntü sağlayabilen bu sistemler sayesinde
hastanın vücudunun içinin bir rekonstrüksiyonu oluşturuluyor. Ve cerrah
ameliyata girmeden önce bu simülasyon üzerinde ameliyatı yapıyor. Yani asistan veya
cerrah bir gün önceden simülasyon üzerinde ameliyatı yapabilir ve ertesi gün
hastanın ameliyatı sırasında önemli bir sürpriz ile karşılaşmaz.
Robotik
cerrahi ise işin tamamen uç noktası. Bugün üroloji, kalp cerrahisi, genel
cerrahi ve göğüs cerrahisi gibi branşlarda sıklıkla kullanım alanı bulan robotik
cerrahi, kapalı cerrahi yöntemin tüm avantajlarını sağlamaktadır. Cerrahi robot
üreten Intuitive Medical, 2000-2012 arasında ABD’de en hızlı büyüyen şirketlerden
biri olmuştur. 2011 yılında 440 robot
satmışlar, bu sayı günümüzde daha da fazla. Robot kullanımı kapalı cerrahinin
avantajlarının yanı sıra, cerraha inanılmaz bir hareket kabiliyeti ve üç
boyutlu görüntü sunmaktadır. En önemli dezavantajları ise dokunma ile dokunun
sertliğini hissetmenin olmaması ve cerrahın hastanın başında değil, ayrı bir
konsolda ameliyatı yaparak, işin fiziki yönünü robotun kollarına bırakmasıdır.
Nitekim
ünlü kalp cerrahi Alain Carpentier, Paris’teki konsola oturarak, New York veya
Dubai’deki bir hastayı ameliyat edebilmektedir. Ama yakın zamanda robotik
cerrahi tanıtımının da olduğu bir fuarda gelecekte hastanın tomografisinden
vücudunun içinin rekonstrüksiyonunun yapılabileceği, cerrahın bir gün önceden
evinde ameliyatı bilgisayar üzerinde yapacağı ve daha sonra bilgisayara
yükleyip ertesi gün robota yükleyebileceği ve ameliyatı robotun yapacağını
söylediklerinde ağzımın açık kaldığını ifade etmeliyim. Bunu bana
söylediklerinde “Eyvah, cerrahlık bitiyor mu?” demedim değil, ama enerjik
asistanlarımızdan bir tanesi bakış açısının yeni nesilde ne kadar farklı olduğu
gösterdi. “Niye öyle söylüyorsunuz abi! Siz bir odada ameliyat yaparken diğer
odada robot sizin bir gün önce yaptığınız ikinci ameliyatı yapar” şeklinde
yorum yaptı. İşin bu yönü fazla uzay çağı gibi, ama robotik cerrahinin cerrahi
teknoloji ve düşünce sistemine çok farklı ufuklar açtığını da yadsımamak
gerekir.
Tıp
eğitim teknolojisi de çok hızlı bir şekilde ilerliyor. Eskiden 2000 sayfalık, 5
kiloluk kitapları koltuğumuzun altında taşımaya çalışırken, bugün bütün
kitapların tablet pc versiyonları var ve istediğiniz bilgiye anında ulaşabilmek
gibi bir kolaylık ile karşı karşıyayız. Poliklinikte orijinal bir hasta
gördüğünüzde, dünyada o konuda daha önce herhangi bir yayın yapılıp
yapılmadığını anında kontrol edebilme lüksüne sahipsiniz. Ülkemiz bu konuda
maalesef çok geriden geliyor. Oysa tıp öğrencilerinin klasik ders ile öğrenme
usullerinin 2000’li yılların başında değişmeye başlaması gerekirdi. Derslerde
anında internet kullanımı ve öğrencilerin elindeki tablet pcler ile bilgiye
kolaylıkla ulaşabilmenin yolunun açılması gerekiyor. Ama bunu yapabilmek için
önce eğiticilerin teknolojik evrimi geçirmeleri gerekiyor. Herhalde önümüzdeki
beş-on yıl içerisinde o da olacak.
Gelin
biraz hayal kuralım…
Doktor
poliklinik yapıyor. Karşısına gelen hastanın TC kimlik numarasını girerek,
onunla ilgili tüm tıbbi geçmişe ve dosyaya internet üzerinden ulaşıyor ve
tablet pc’sinin veya cep telefonunun hologram bölümünü açarak hastaya
hastalığının nerede olduğunu üç boyutlu olarak gösteriyor. Daha sonra ameliyat
gerektiren bir durumsa, simülasyon üzerinden nasıl bir ameliyat yapacağını
anlatıyor. Doktor endokrinolog ise mesela bir diyabet hastasına insülini nasıl
uygulayacağını hologram ile gösteriyor. Ardından dozların saatlerini ve
uygulama şekillerini hastanın cep telefonu veya tablet pc’sine kablosuz
internet ile gönderiyor. Hastanın dozları unutmaması için nasıl kontrol
mekanizmaları kurulabileceğini siz hayal edin. Aynı şeyleri hastanedeki
vizitler için düşünün, hasta başında hologramlar üzerinde hastaya son durumunu
izah edip, son radyolojik tetkikini tartışabilirsiniz.
Mesela
ameliyathanelerde cerrahi aletlerin ve ekipmanın odaya çekilmesi vakit alan bir
aşamadır. Bunun robotik olduğunu, bir gün önceden yapacağınız ameliyatın ne
olduğunu evinizden hastane bilgisayar sistemine yükleyip, hangi aleti
kullanacağınızı işaretlediğinizde, o alet merkezi depodan robotik programlama
ile kendiliğinden odaya gidebilir (yük indirme alanı ile hastane ana deposu
arasında girip gelen buna benzer bir sistemi Almanya’daki Offenbach
hastanesinde bizzat gözlemledik). Böylece ertesi sabah geldiğinizde odadaki tüm
alet edevatı hazır bulabilirsiniz.
Cerrahi
aletlerin ucuna yerleştirilecek chipler sayesinde zarar verilebilecek durumları
algılamaları ve cerraha anında geri bildirim sağlamaları. Mesela zor bir
ameliyat sırasında keseceğiniz dokunun arkasında ne olduğunu size anında
bildiren bir makas.
İnsanın
hayal gücünün sınırı yok. Vahdeti vücut düşüncesinde hepimizin Allah’ın bir
parçası olduğumuz ve onun özelliklerini taşıdığımız düşünülür. O yüzden
Hallac-ı Mansur “Enel Hak” demekte ısrar ettiğinden idam edilmemiş midir? O
yüce varlığın özelliklerinden bir zerresi insanın içinde olduğunda neleri değiştirebileceğimizi
hepimiz görüyoruz.
Teknolojik
ve bilimsel gelişmeleri takip edebilmek için biraz heyecan, biraz merak ve
biraz da değişime ayak uydurabilmek yatıyor. Bizim modern kabul ettiğimiz her
şey bir gün eskiyecek ve hiç birimiz hatırlanmayacağız, ama mükemmel bir şeyler
yapmak elimizde. Belki bundan 100 yıl sonra mükemmel bir şeyler yapmaya
çalıştığımızı fark eden ve ilham alanlar çıkabilir. O da çıkmazsa, eskilerin
sözüyle;
Meşhur Commodore 64...
Yorumlar