Depresyondayım Ama Çıkacağım!
Modern ve demokratik ülkelerdeki insanların hayatlarının
tamamında yaşayacağı gelgit ve travmaları birkaç haftada yaşayınca, kiminle
konuşsam, moral bozukluğu, isteksizlik ve ümitsizlikten bahsediyorlar… Ben de
istisna değilim. Ne olacak bu memleketin hali ve çocuklarımızın geleceği diye
düşünmekten kendimi alamıyorum.
Arkadaşıma bu depresyon hali ile ilgili mesajlar atınca,
Göksel’in “Depresyondayım” şarkısının linkini göndermiş.
“Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım…”
Depresyondan çıkmak için kendime olumlu şeyler listesi
hazırladım, bu listeye bakınca Çetin Altan’ın deyimiyle enseyi karartmıyorum.
Ülkemizin bir varoluş sorunu olduğunu, muhafazakâr, laik,
milliyetçi, hatta etnik milliyetçi herkes kabul ediyor. Esas sorun, çözüm
yöntemleri konusunda uzlaşamamamız… Olsun başımıza daha büyük bir bela
geldiğinde uzlaşmak zorunda kalacağız.
Bu ülkenin insanları 1912-1923 arasında hiç durmadan
savaşmış. Sadece 1.Dünya savaşında 1,5 milyon sivil insanımız, 1 milyona yakın
askerimiz hayatını kaybetmiş (nüfusun neredeyse %15’i). Buna Libya, Balkan ve
Kurtuluş savaşları dâhil değil. İstiklal Savaşının son gazilerinden biri olan
Veysel Turan “Ülkemiz o günlerde büyük badireler atlattı. Milletimize Allah bir
daha o günleri yaşatmasın” derken boş konuşmuyordu. Aslında 30 yıldır düşük
yoğunluklu bir iç savaş yaşıyoruz. 40 bin kişi hayatını kaybetti. İspanyol iç
savaşında (1936-1939) 500 bin kişi ölmüş, 450 bin kişi ülkeden kaçmış, Amerikan
İç savaşında (1861-1865) 1 milyona yakın insan ölmüş, İtalyan ve Alman’larda
dünya savaşlarından sonra ciddi iç karışıklık ve savaş hali yaşamışlar ve
binlerce insan ölmüş. 2016’dayız, bu iç savaşı aşmamız gerektiğini herkes
görüyor ve bunu çözmek için yeterli bir entelektüel birikimiz ve devlet
geleneğimiz var.
Cerrahide bir laf vardır, tüm kanamalar durur diye… Ya
kanama onarılır, ya da hasta ölür; kanama yine durur! Tüm savaşlar da biter.
Avrupa’da en uzun savaş herhalde mezhep savaşları olmuş. Katolik ve
Protestanlar arasında süren 30 yıl savaşlarında (1618-1648), 8 milyon insan
ölmüş. Güneyimizdeki Irak ve Suriye’deki savaşlarda eninde sonunda bitecek. Ya
savaşacak erkek kalmayacak, ya da finanse edecek ekonomik kaynak. Zaten
kıyısından içerisindeyiz, yeter ki tamamen içine girmeyelim…
1990’lardaki enflasyon ve koalisyon yıllarında en büyük
derdimiz 70 model politikacıların aynı tarzda politikaya devam etmeleriydi.
Şimdi hepsi rahmetli oldular. Şimdi ise ön plandaki politikacılarımızın tamamı
60 yaşının üzerinde… Erdoğan neredeyse 63, Yıldırım önümüzdeki ay 62,
Kılıçdaroğlu önümüzdeki ay 68, Bahçeli’de iki ay sonra 68 yaşını tamamlıyorlar.
Yani ömürlerinin son çeyreğindeler… Oysa
Obama 55, Tsipras 42, Renzi 41 yaşında ve İngiltere’nin bir önceki Başbakanı
David Cameron 50 yaşındaydı… Yani öyle veya böyle nesil değişiyor. Bizde de
Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş neslinin sahneden çekildiği gibi, şu anda ön
planda görünenlerde en geç 5-10 sene içerisinde çekilecekler.
Baksanıza 350 milyonluk ABD bile bir gelgit yaşıyor. Obama
gibi, genç ve enerjik bir başkandan sonra 69 yaşında yorgun ve yıpranmış
Hillary Clinton ve 70 yaşındaki şovmen ve demagog Donald Trump’a kaldılar. Hem de kim seçilirse seçilsin, hak vaki
olmazsa 4 sene tahammül etmek durumundalar.
Bu ülkenin nüfusunun %50’si 24 yaş altında. Nüfus yaş ortalamamız
29. Dolayısıyla herkes iyi bir hayat, refah ve huzur istiyor. Gelirimiz ve
şehirleşmemiz belirli bir seviyeye ulaştı. Biz gerçek şehirlileri memnun etmese
de, sosyal dönüşüm tam hız devam ediyor. Bir arkadaşımın ifadesiyle insan 3
nesil sonra şehirli olurmuş. Yani babanız köyden geldiyse, sizin torun kendini
şehirli hissedecektir! Şehirdeki her sosyal kesimden insanın en önemli derdinin
çocuklarının eğitimi olduğunu fark etmiyor musunuz? Üniversite sayıları arttı,
iyi kötü yeni neslin çoğu üniversiteli…
Özgürlüklere gelirsek, bu ülkede hapis yatmadan lider
olunmuyor. Bu ülkenin yönetimine talip olmak kelle koltukta bir iş! Hala “Ya
Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe” düsturu geçerli ve demokratik standartlar oturmuş
değil. Ama yeni nesil öyle değil. Rahatlarına düşkünler, kavga etmek ve eziyet
çekmek istemiyorlar… Bizden sonraki nesil (yani 20-35 yaş arası) bu işi sakin
ve hayatını riske etmeden halletmeyi başaracaktır. Gelişmiş demokratik
ülkelerdeki gibi, fiziki kavga, hakaretler yerine, birbirlerinin yüzüne gülüp, arkadan
iş çevirerek gücü ele geçirmeyi becereceklerdir. Lyndon Johnson’ın hayatının
bir bölümünü anlatan “All the Way” (2016) filmini tavsiye ederim. Onların
60’larda yaşadıklarının önemli bir bölümünü bizler günümüzde yaşıyoruz. Sorunlarımızı
kendi başımıza çözmeyi öğreneceğiz. Kimse kışladan, camiden veya mezarından
çıkıp bizleri kurtarmayacak.
Ülkemizin geleceği açısından bölünme tehlikesi, iç savaş,
politik huzursuzluktan ziyade, en tehlikeli alanlar eğitim ve ekonomi… Ekonomi
iyi gidiyor diye söyleniyor, ama ülkemizin dişe dokunur bir ürünü yok.
Uğraşıyoruz, ama dünyaya satacağımız ürünü/ürünleri çıkaracak zihin ve eğitim
devrimini gerçekleştiremedik. Yerimizde sayıyoruz. Burada uzun vadeli radikal
adımlar atıp, planlamalar yapmamız lazım. Yoksa saman alevi gibi arada bir deha
çıksın diye bekleriz. Çıkarsa da bu ülke onun kıymetini bilmez! Ekonomide
oluşan kırılmalar, sosyal hadiseleri tetikleyecektir. 1994 ve 2001 yıllarını
bir hatırlayın.
Yazının başına dönersek, depresyondan çıkmak için üçlü
formül öneriyorum;
Olaylara haftalık, aylık değil, 5-10 yıllık bir zaman
aralığında bakın… (bana bakamıyoruz diyenlere şu son 20 yılda yaşadıklarımızı
bir düşünmelerini öneririm)
İşinize odaklanıp, kendinizi geliştirin ve işinizi iyi
yapın… (odaklanamıyoruz diyenlere, işimizde iyi olmadan sadece bu ülkede değil,
dünyada da bir yere gelemeyeceğimizi hatırlatıyorum)
Ekonomik açıdan gelirinize dikkat edin, iyi kazanmaya bakın,
az çok demeden kenara koyun… (Batı dünyasının gelişiminin ardında para ve sermaye
birikimi var. Fakir ama gururlu edebiyatına kanmayın. Har vurup harman da
savurmayın.)
Bu yazıdan sonra benim depresyonum biraz hafifledi galiba…
Böyle güzel bir ülkemiz varken hayatı kafaya takmamak lazım... Şahinderesi Kanyonu, Edremit yakınları...
Yorumlar
Hülagü Han,
Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu Cengiz Han'ın torunudur.
Hülagü, 1258 tarihinde Bağdat'a girerek Abbasi Halifesi Mutasım'ı keçeye sarıp Moğol atlarının ayakları altında ezdirerek öldürtür.
Şehirde katliamlara başlar ve şehri yağmalatır.
Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200 bin, bazı kaynaklara göre de 400 bin kişiyi katleder.
Cami, hastane, saray ne varsa hepsini yok eder. Kütüphaneleri ve tarihi eserleri yakar, yıkar. Milyonlarca dini ve ilmi eserin büyük bir kısmını Dicle Nehri'ne attırır.
Hülagü'nün zalimliğini anlatmak için Dicle'nin günlerce kan ve mürekkep aktığı söylenir.
Hülagü bir gün, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.
Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur.
Kimse Hülagü tarafından öldürülmek korkusuyla bu davete icabet etmek istemez.
Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan'a da ulaşır.
Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir.
Böylesine bir daveti kabul ettiğini söyleyerek Hülagü ile görüşmeye gidebileceğini
bunun için kendisine
bir deve,
bir keçi,
bir de bir horoz
verilmesini ister.
Böyle bir fedainin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır.
Çünkü bir kurban bulunmuştur.
Hülagü'nün şerrinden korkan ulema sınıfı bu isteği hemen karşılar.
Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söyler.
Hülagü, genci tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek,
' Bana göndermek için bula bula seni mi buldular. Gönderecek başka birini bulamadılar mı? diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde
' Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim.
Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim.
Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim.
Üçünü de çadırın önüne bıraktım.
Onlarla görüşebilirsin' der.
Hülagü, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve
'Şöyle otur bakalım' diyerek kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar.
'Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir' diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde;
' Seni buraya bizim amellerimiz getirdi.
Allah'ın (C.C.) bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik.
Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük.
Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi'
der.
Hülagü, ikinci sorusunu sorar.
' Peki, beni buradan kim gönderebilir?'
Cevap çok manidardır.
' O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.'
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
BUGÜN İNSANLIK ALEMİ PERİŞAN BİR DURUMDAYSA EMİN OLUN BUNUN MÜSEBBİBİ BİZLERİZ.
BİZ NE ZAMAN KENDİMİZE ÇEKİ DÜZEN VERİRSEK İŞTE O ZAMAN
"EN GÜR SEDA İNSANLIGIN SEDASI OLACAKTIR."
BU İBRETLİK OLAYDAN DERS ÇIKARMAYI RABBİM BİZLERE NASİP EYLESİN . . .