Yalnız ve Kimsesiz
Kimseyi yalnız ve kimsesiz bırakmaya hakkımız yok. Dünyanın
en ücra köşesindeki insana kadar.
Bizim kültürümüzde güzel bir söz var;
“Yalnızlık Allah’a mahsus…” diye.
Gelişen teknoloji, şehirleşme ve mal, mülk, dünya hırsı
hepimizi daha da yalnız hale getirdi. Yalnızlık bir ekranla dostluk, evinde
televizyon/bilgisayar önünde pinekleme veya imara açılacak araziyi başkasından
önce kapma şekline büründü. Yani yalnızız, ama bizi eğlendirecek bir şeyler
buluyoruz. Sanal bir şekilde kendimizi yalnız hissetmiyoruz.
Oysa hasta veya tehlikede olduğumuzda yalnız kalmak
istemiyoruz. Korktuğumuzda yalnız kalmak istemiyoruz…
Herkesin kendi ölümünü ve ıstırabını kendi yaşaması,
paylaşamaması ise yerli yerinde duruyor… Anne yavrusunun acı çektiğini görüyor,
içi parçalanıyor, ama onun acısını devralamıyor…
Geçenlerde 20’li yaşlarda bir genci ameliyat ettim. Büyük
bir tümörü vardı. Cerrahi dışında pek bir seçeneği olmayan bu gence kemoterapi
vermişler. Saçlar dökülmüş, vücut zayıf düşmüş. Anne babasıyla bize
geldiklerinde, çocuğun gözlerindeki korku ve tedirginlik çok barizdi. Ama
insana en çok dokunan babadan ziyade, annenin gözlerindeki o “oğluma bir şey
olmasın, onun yerine ben gideyim razıyım” bakışı idi… Hani bir yangın veya
tehlikede insanın kendi canı pahasına çocuğunu kurtarması gibi. Maalesef
hastalık halinde bunu yapamıyoruz. Herkes kendi hastalığını yalnız yaşıyor…
Yine yakın zamanda 70’li yaşlarında çok kibar, eğitimli bir
beyefendiyi ameliyat ettim. Sağ akciğerin üst parçasında kanseri vardı. Çocuklarının
babalarına bakışları, bana kendi babama bakışımı hatırlattı. Babanızı
kaybettiğinizde yalnızlık hissinizin katlandığını düşündüm. O beyefendi için
ise, iki yıl önce eşini kaybedince, yalnızlık hissi zaten son raddeye ulaşmış,
gözlerinden okunuyordu. Kanserden çok tedirgin değildi, dünyada iken ölümün soğuk
yalnızlığını yaşıyor gibiydi.
Tüm bunlara rağmen yaşamak çok kuvvetli bir içgüdü…
Bu içgüdüyü destekleyen önemli beyin fonksiyonlarından biri
unutmak. Ne kadar kötü bir hadise yaşarsak yaşayalım, bir müddet sonra günlük
hayatımızda onu hatırlamaz hale geliyoruz. Yeni heyecanlar ve meşgaleler
arıyoruz. Unutmak olmasaydı insanlar aynı hataları yapmaz, aynı gereksiz
kavgaları tekrarlamaz, aynı üç kuruşluk mal, mülk ve güç için birbirlerini
yemezlerdi.
Çanakkale şehitlerinden İbrahim Naci’nin günlüğündeki şu
ifadeler ne kadar acıklı…
“Ve dünkü düşüncenin verdiği hüzünle
defterimi açtım. Acı hatıralarımı kaydediyorum. Fakat bilmem bu satırları ailem
okuyabilecek mi? Defterim oraya kadar gidecek mi?”
Unutmak, unutulmak ve aynı kavga ve mücadele içerisinde yaşama
devam etmek…
İşte hayatın döngüsü.
Ama büyük bilge kişilerden birisi çok güzel söylemiş;
“Emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman
birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız.
Gördüğünüz her musibet ve felaket, hep kızgınlığın, nefretin, düşmanlığın
neticesidir.”
Doğru söze ne denir…
Günümüz dünyasında insanlar yalnız ve kimsesizdir.
Herkes yalnızlığı yaşıyor, ama bu yaşta ve bu şartlar altında yaşanmasına yol açan herkes kızgınlık nefret ve düşmanlığa ortak...
Yorumlar