Ağaç Yaşken Eğilir
Herkes birbirine kızgın, önyargılı ve birbiriyle kavgalı…
Büyüklerimiz boşuna dememişler “Ağaç yaşken eğilir” diye…
İnsana gençliğinde ne aşılarsanız ona göre gelişiyor ve bunları belirli bir
olgunluğa eriştikten sonra değiştirebilmek neredeyse imkânsız hale geliyor.
1981 yılında kolej sınavlarına girdiğimde Kadıköy Anadolu
Lisesini kazandım. Aslında İstanbul Erkek, Galatasaray ve Alman Liselerine de
gidebiliyordum, ama babam ekonomik durumumuz ve evimize yakınlığı nedeniyle
Kadıköy Anadolu Lisesini tercih etmemizi istedi. İyi ki öyle yapmış… Bizim
lisede bir yatılılar grubu vardı. Anadolu’dan daha 11 yaşlarında İstanbul’a
gelmiş, bazen aile hasretiyle gözleri yaşaran küçücük çocuklardı. 7 yıl beraber
okuduk, 11 yaşında girip 18 yaşında koca adamlar olarak mezun olduk… Ama bu 7
sene hemen hepimizin hayatını şekillendiren bir süreydi…
Bu yedi senede neler öğrendim, neler…
Her fikirden adamla konuşmayı, daha ortaokul 1.sınıfta (12
yaşında) öğrendim. Şimdilerde Orta Doğu’da büyük bir şirketin müdürü ve o zaman
babası Boğaziçi Üniversitesinde hoca olan arkadaşımla hem iyi anlaşıp, hem de çok
sert fikri tartışmalar yapmayı öğrendim. O, ailesinin yapısına uygun olarak
dine mesafeli ve sorgular durumda iken, ben ona karşı dini ve onun
hayatımızdaki önemini savunuyordum. Kalan zamanlarda da azıp, güreşiyorduk.
Pantolonlarımın dizleri çimen izi olduğu için annemden yediğim paparalar az
değildir.
Sınıftaki kız arkadaşlarımla doğru düzgün bir şekilde
iletişim kurmayı, karşı cinsten birini gördüğünde elinin ayağına dolaşmaması
gerektiğini, kızların ilk gördüğünde kapılacak değil, fikri olan, arkadaş
olunacak ve konuşulacak bireyler olduğunu öğrendim. Yakın çevremden birçok kişi
bu konularda çok katı yetiştirildikleri için, lise bitip üniversiteye
başladıkları anda gördükleri ilk kıza kapılıp gittiler. İçlerindeki bütün
bastırılmış duyguları fazlasıyla yaşamaya çalışarak…
Gençliğin ve zekânın verdiği enerji ile bazı aşırılıklar
yapabileceğimi, ama sınırlarım olduğunu öğrendim. Nitekim bazı hocalarda korkmayı, onlardan
yüksek not almanın keyfini, bazılarında ise rahatlığı, eğlenmeyi gördük. Nihal
Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” eserini okuduğum ve milliyetçi duygularımın tavan
yaptığı lise 1’de bu duygular ile bazı keskin ifadeler kullandığımda, edebiyat
hocamın farklı mensubiyeti olan arkadaşlarımı hatırlattığını, bu ifadelerimin
onları kırabileceğini söylemesi hala kulaklarımda. Şimdilerde sosyal medyada
insanlar kızdıkları herkese “… dölü”, şu kökenli bu adam vs derken, bu ülkede
namusuyla çalışan ve belki de hepimizden daha çok buralı ve bu ülkeye hizmet
eden bazı insanları feci şekilde dışladıklarını görmüyorlar mı?
Törpülenmek ve bazen biraz küçük düşmenin insanı eğittiğini,
farklı görüşlerden insanlarla da kavga etmeden iletişim kurulabileceğini
öğrendim. Utanmaktan ve sakınmaktan korkmayan insanların neler yapabileceğini
hep birlikte görüyoruz. Cumaya gitmemize izin verilmemesi, duaları rahat
okuyabildiğimizi fark eden hocamızın ailemizin özelini sorgulaması gibi şeyler
o dönemin (80 darbesinin hemen sonrası) rutinleriydi. O dönem herkesin takip
edildiği ve sorgulandığı bir dönemdi. Bunlara rağmen Milli Güvenlik hocası bir
emekli Albay’la kıyasıya tartışabiliyorduk; isimlerimizde bir kenara not
ediliyordu. Muhtemelen üst makamlara da bildiriliyordu, hem de bazı müdür
yardımcıları tarafından… Ama bu sadece bize yönelik değildi, dönemin gereği
olarak herkese yapılıyordu. Lise son sınıfta bizimle birlikte okuyan Hasret
Gültekin, maalesef Sivas’taki feci hadisede hayatını kaybetti. Oysa bizim
lisede kimse fikirlerinin farklılığından dolayı birbirini öldürmüyor veya
yakmaya çalışmıyordu…
Okullarda ilk öğretilmesi gereken şey belli:
Birbirine karşı tolerans, anlayış göstermek. Fikirlerin
kavga etmeden tartışılabilmesi…
Oysa şu anda kendi eğilimimize taraftar yetiştirmeye
odaklanmış bir eğitim sistemimiz var. Laik eğilimdeyseniz çocuğunuzu ona göre
bir okula gönderiyorsunuz. Muhafazakârsanız tam sizin görüşünüze uygun okullar
var. Hatta çocuğunuzu bir cemaat görüşüne uygun yetiştirecek okullarda var. Yani
bildiğimiz gettolaşma okullarda da yaşanıyor. Bu belki batı ülkelerinde de
benzer şekilde, ama unutmayalım ki İstanbul’daki yabancı liselerde öğretilen
değerler başkalarını dışlamaya itmiyor insanları. Okullarına rağmen keskin
görüşleri olan kişiler toleranssızlığı ailelerinden öğreniyorlar. Necip
Fazıl’ın bir dönem Robert Kolej’de hocalık yapabildiğini unutmayalım. Okul toleranssızlığın
törpülenebileceği tek yer.
En büyük tehlike eskiden her kesimden ve görüşten insanları
kaynaştıran, sadece İstanbul’da değil, Anadolu kentlerinde de çok iyi eğitim
veren Anadolu Liselerinin gittikçe zayıflaması ve başka tür liselerin gözde
hale gelmesi…
Bu böyle giderse toplumun değişik sınıflarından gelen
çocuklar birbirleriyle konuşmayı, dinlemeyi ve ortak bir şeyler yapabilmeyi 40
yaşına geldiklerinde mi öğrenecekler… Güldürmeyin bizi…
Bizim ayrışmaya değil, toleransa ihtiyacımız var…
Moda'daki lisemizin giriş kapısı...
Yorumlar