İstanbul

Ben bir İstanbulluyum. Dedem 1921’de İstanbul’a geldiğinde 17 yaşındaymış. Mekke kalesinde babası ile İngilizlere esir düştükten sonra Mısır’da Sidi Bişr toplama kampında kalmışlar ve savaşın sonunda esir değişimi ile İstanbul’a gelmişler. Babamın dedesi Mehmet Hanefi bey, geldikten kısa bir süre sonra dizanteriden ölmüş. Şimdi Yedikule’de sur dibindeki mezarlıkta yatıyor, mezarı kayıp, ne bir taşı ne de nişanı var. Babaannem ise 1922’de Şam’dan İstanbul’a geldiğinde 5 yaşındaymış. Anne tarafım ise 1950’lerde gelmişler, Gönen tarafından. Bu şehirde doğup büyümüş biri olarak, 25 yaşımda göğüs cerrahisi asistanıyken İstanbul dergisinin Temmuz 1995 sayısında yayınlanan bir yazım aşağıda…

İstanbul’da Yaşamayı Bana Öğretmediler
(Bilgisayarımın tozlu ve yüzümün aksini sergileyen ekranında İstanbul hakkında ne yazılabilirse işte onu yazmaya çalıştım.)

Ben bir İstanbul aşığıyım. Aşkımın farkına çok da geç varmadığımı sanıyorum. Topu topu yirmi beş yıllık hayatımda bütün yaşamımı İstanbul’da geçirmiş olmama rağmen, son iki üç yıldır İstanbul’u yaşıyorum diyebilirim. Belki sözlerim kafanızda bir çelişkiye sebep olmuş olabilir ama İstanbul’da insanlar hayat boyu İstanbul’u yaşayamıyorlar. İstanbul’u saraylarda veya Boğaz’ın betonlaşmaya başlayan yüzünde arayanlar, aslında bir anlık gelip geçici seyir zevkinden başka bir şey bulamıyorlar. Ne kadar yazık!

En büyük hayıflanmam İstanbul’un daha evvel farkına varmamış olmam. Genç olmama rağmen neredeyse bütün Avrupa başkentlerini gördüm, belki biraz önce söylediğim gibi onları bir anlık seyir zevkime göre değerlendirdim. Yine de şu son iki üç yıl içindeki İstanbul’u keşfim bana hiçbir tarih ve kültür birikiminin İstanbul’daki kadar zengin ve iç içe olamayacağını fısıldıyor.

Net olarak hatırladığım ilkokul yıllarımda, İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Fındıkzade’de oturuyorduk. Hekimoğlu Ali Paşa ilkokulunda birinci sınıfı okudum. Evimiz yakın olduğu için yürüyerek okula gidip gelebiliyordum. Kare taştan sokaklar, üstüne sloganlar yazılı, bir köşeleri kırık çeşmeler – şimdi de pek farklı durumda değiller ya –, bir tarafları yıkık bazen sarhoşların ikamet ettiği, çöplük olarak kullanılan eski bina kalıntıları… İşte çocukluk yıllarımda bunlar arasında büyüdüm. Camları kirli, içerisini göstermeyen türbelerin yanından korka korka geçerdim. Hemen yukarımızda Fatih’in hocası Molla Gürani’nin mezarı vardı. Şimdi şimdi, yaşadığım o yılları değerlendirdiğimde yüzyılları bir anda iç içe yaşadığımı hissediyorum.

İlkokulun ikinci sınıfında karşıya, ta Erenköy’e taşındık. Onu da hiç unutamıyorum; taşınmak için giderken tam Boğaz köprüsünün üzerinde arabamızın ön camına gelen bir taş camı buzlu cam haline getirmişti. Yine eski bir ilkokula gidiyordum. Apartmanımızın arka bahçesi incirlikti ve av meraklıları Kozyatağı’na ava giderlerdi. Yanımız, önümüz hep eski, bahçeleri köpekli köşklerdi. Yandaki köşkün bahçesinde çok yüksek çam ağaçları vardı. İlkokulda annemden ilk ve son dayağımı yandaki köşkün bahçesinden erik çalarken yakalanıp yediğimi hatırlıyorum. Erenköy istasyonuna beş dakikada ulaşabiliyorduk. Köşkler ve dar kaldırımlı yolları arasından geçtiğimi ve köşk bahçelerindeki salıncaklara imrenerek baktığımı hiç unutmam. Erenköy’ün istasyon meydanı beni hep etkilemiştir. Bir tarafında camisi ve etrafındaki vakıf dükkânlarındaki türlü türlü esnaf, eczanenin yanında yüzyılın başlarını andıran bakkal ve istasyonun asırlık çınarlar arasındaki mistik havası hala az da olsa kendini koruyor. Hala istasyondan Ziverbey caddesine yürüdüğümde, yüzüne baktığım zaman tanımasam da selam veren insanlarla karşılaşıyorum.

Lise yıllarım Kadıköy’ün Moda semtinde geçti. O yılların sonunda bütün Kadıköy’ü avucumun içi gibi öğrendim. Lisemiz Saint Joseph lisesinin yanındaydı ve denize bakan tarafında çok eskiden kaldığı kırık taşlarından belli olan on, on beş metrelik bir iskele vardı. Bu iskeleden Osmanlıların zayıfladığı son dönemlerde Ermeni ve Rumlara silah taşındığı anlatılırdı. Bir başka rivayette ise Anadolu’ya milli mücadeleye silah kaçırıldığı söylenirdi. Doğru mu yanlış mı meçhul… Liseden kaçtığımızda Bahariye’ye doğru giderken solumuzda kalan kiliseye ve yine tam Altıyol’da olan, hakkında türlü türlü dedikodular söylenen, ne olduğunu tam anlamıyla hiç öğrenemediğim bir Hıristiyan yapısına meraklı gözlerle bakardık. Yine Kadıköy’deki o şirin Şehremaneti yazan binanın eski halini az çok hatırlıyorum. Şimdilerde Kadıköy’ün o eski havası kayboldu, artık kalabalık ve insana sıkıntı veren bir görüntüsü var. Bir tek güzel gelişme var. Sahafların Gençlik kitabevinin yanına açılması ve Beyazıt’ta gittikçe modernleşen sahafların yerine, değişik eski kitaplar satmaya çalışan dükkânların gitgide bu pasajı doldurması. Bir sahafın tozlu raflarını karıştırmanın zevkini tatmak!!!

Geçenlerde Nuruosmaniye Camii’nin arka tarafında bir köşeye saklanmış gibi duran şirin ve buram buram tarih kokan kütüphanesine gitme imkânı buldum. Daha kapısından girer girmez sanki apayrı bir âleme ve zamana gitmiş gibi oldum. Eski bir kitabı kütüphane memurundan istediğimde arkadaki deponun demir kapısını yavaş yavaş araladı. İçerideki raflarda birbirinden kıymetli kitapları ve içine bıraksalar kitap tozundan boğulmayı yeğleyeceğim muhteşem atmosferi hayranlıkla seyrettim. Acı olan şu ki İstanbul’daki kütüphaneleri tahsil yıllarımda kimse bana öğretmedi. Kimse bana Şemsipaşa’da Boğaz havası alarak okumanın zevkine varabileceğim bir kütüphane olduğunu, dünyanın yazma eserler yönünden en zengin yeri, Süleymaniye kütüphanesinin o kâğıt tozu ile öksürten havasını ve Ayasofya’nın arkasında eskiden küçük bir kütüphane olduğunu anlatmadı. Bana sormadan İstanbul’u benden kaçırdılar. Hiçbir öğretmenimiz bizi alıp topluca böyle bir kütüphaneye götürmedi.

Yaz aylarında Sultanhamam’da bir toptan kumaş dükkânında çalışıyordum. Hamallarla ve toplumda alt seviye denilen insanlarla nasıl irtibat kurulacağını orada öğrendim. Çuhacı Han’ı, Kapalıçarşı’yı, Yeşildirek’i, İstanbul Erkek Lisesi’nin önündeki o daracık sokağı ve valiliğe paralel sokaktaki matbaaların seslerini hep orada öğrendim. Babıali (Nallı Mescit) Camii’nin üzerindeki Sami efendinin yazısının muhteşemliğini, Piyerloti’den Beyazıt meydanına yürürken her hücremde tarihi hissetmenin zevkini o yıllarda öğrendim. Mezar taşlarının yanındaki çöpleri ve o mezar taşlarının yurtdışına tarihi eser olarak kaçırıldığını düşünün!!!

Mezar taşlarının üzerinde “Hüvelbaki” yazdığını tam yirmi dört yaşımda öğrendim.

Üniversiteyi eski Mekteb-i Tıbbiye-yi Şahane olan Haydarpaşa binasında okudum. Her içeri girişimde o muhteşem antrenin ve yüksek tavanların azametini üzerime abanmış gibi hissederim. Eskiden lise olarak kullanılan Haydarpaşa binasından Karacaahmet’e, Selimiye Kışlası’na dehlizler olduğu şeklinde söylentiler dolaşır dururdu. Bir gün, daha binanın tam hizmete girmediği yıllarda eskiden mutfak olarak kullanılan bölümüne girdiğimizi ve dev yemek kazanlarına hayretle baktığımız hatırlıyorum. Okulumuzun orta avlusunda dev mermer küvetlerin ve tuvalet taşlarının atılmış halini unutmuyorum.
İstanbul insanın içine, kişi istese de istemese de işleyen, gözüne çarpan ve fark ettiğinizde alabildiğine çekiciliğiyle sizi hapseden bir kadın gibidir. Hiç Beşiktaş’tan Karaköy’e kadar yaya olarak yürüdünüz mü? Çeşmelere, Tophane’ye ve kıyıyı süsleyen her bir ayrı dönem eseri cami ve kiliselere çarpılmış gözlerle baktınız mı? Dolmabahçe’nin arkasındaki yolun iki kenarından sel gibi akan çınarların yanından yürüyüp, Dolmabahçe saat kulesine tırmanıp, Kabataş ve Tophane’deki muhteşem çeşmelere yakından baktınız mı? Tophane’den Karaköy’e doğru ellişer metre arayla üç dört eski kilisenin yan yana olduğunu gördünüz mü? İşte ben tahsil hayatım boyunca tanıdığım bütün öğretmenlerimden bunun için davacıyım. Bana Nedim’in “Bu şehr-i İstanbul ki bi mislü bahadır/Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” veya Ziya Osman Saba’nın “Yerde gördüğüm her taşını/Öpüpte başıma koymak istediğim şehir” dizelerini veya daha nicelerini öğretmedikleri için davacıyım. Ama ne yapsınlar; onların suçu değil, çünkü onlarda İstanbul’u yaşayamayanlardan…

Dr.Hasan F.Batırel - 1995

O yıllardaki hissiyatımla yazılmış amatör bir yazı. Hayatımın değişik dönemlerinde yurt dışında çeşitli sürelerle yaşama imkânı buldum. Gördüğüm onlarca şehir arasında New York ve Chicago dışında hiçbir şehir bana uzun süre yaşama heyecanı vermedi. Biraz Beyrut’tan etkilendiğimi söylemeliyim. Ne de olsa çok kültürlü, kozmopolit bir şehir. Boston, akademik yaşam için çok güzel, ama yaşamın tamamı için çok küçük ve tekdüze. Stockholm, doğal güzellik açısından muhteşem, ama soğuk ve sakin. San Francisco, inanılmaz coğrafi konum ve güzellik, ama medeni ve insani-ahlaki değerler açısından sığ. Amsterdam, hareketli, fakat çok düz ve Hollandalıların arasında kendinizi çok çirkin hissediyorsunuz. Venedik, tarihi ve coğrafi açıdan çok güzel, fakat küçük, rutubetli ve sıcak.

Şehir dediğin biraz heyecanlı ve kargaşalı olmalı, içinde hırslı, başarma arzusu olan insanlar barındırmalı. Bunu yansıtan coğrafyası olmalı, yani inişli çıkışlı, bazı sürprizlerin saklanabildiği bölgeleri bulunmalı. Hem yeşillik, hem de tarih barındırmalı. Bazı bölgelerine gittiğinde seni alıp yüzyıllar öncesine götürebilmeli. Divanyolu’ndaki Köprülü kütüphanesine girip, Fatih döneminde yazılmış el yazması Tıp kitaplarından isteyip, sadece bakın… O kütüphanede soluyacağınız havayı bir alışveriş merkezinde bulamazsınız. Dünyada birçok insanın böyle bir imkânı olmadığına göre, bu şehre şükretmek lazım…

Amerikalı bir dostumuz İstanbul’u ziyaretinde, Eminönü’deki caminin adının Yeni Cami olduğunu söylediğimde, gayri ihtiyari kaç yıllık diye soruyordu. 350 yıllık dediğimizde, ama bu neredeyse Amerikan tarihi kadar eski şeklinde yanıt veriyordu. İstanbul’un son 10 yılda gösterdiği gelişim de dikkat çekici. Artık İstanbul bir dünya şehri haline geliyor, yaşayan yabancı sayısında çok artış var. Sanki 100 yıl öncesi gibi.

1909’da İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da 1 milyon kişi yaşıyormuş ve 41 farklı dilde gazete yayınlanıyormuş. Anlayacağımız tam bir imparatorluk başkenti. Şehrimizde yaşayan yabancı sayısı arttıkça böyle talepler gelecektir.

Bu şehrin tarih birikimi başka hiçbir yerde bulunamaz. Metro kazısı için Üsküdar meydanında yapılan arkeolojik çalışmayı gördüğümde, asfalt kaplamanın altından Bizans limanı çıktı sözüne gözlerimle görerek inandım. Arkeoloji müzesinde Yenikapı kazısından çıkanları görünce bu şehre bir kez daha hayran oldum. Yine yakın zamanda Sultanahmet meydanında yapılan yer döşeme çalışması sırasında bir su sebiline daha ulaşıldı. En az 400 senelik. Şehir şehir üstünde.

İstanbul’un her açıdan kıymetini bilmek gerekiyor. 1980’de nüfusu 3-4 milyon olan bir şehir 30 yıl sonra 15 milyon haline gelince, burada birçok şeyi korumak mümkün olmuyor. Ekonomik açıdan dev bir türbin olan İstanbul insanları çekmeye devam edecektir. Korumazsak bir iki nesil sonra kimse bu şehirde yaşamaktan nasıl keyif alınacağınız dahi bilemeyecek.

İstanbul ile ilgili kararların İstanbullulara sorulması lazım! 50 yılı geçtim, en azından son 20 yıldır bu şehirde yaşayanlara…


Vapurdan çektiğim nefis bir eski İstanbul manzarası

Köprülü Kütüphanesinin içi ve dıştan görünümü

Nuruosmaniye Kütüphanesi - 1999 depreminden sonra içindeki Yazma Eserler Süleymaniye Kütüphanesine aktarıldı.

Süleymaniye Kütüphanesi... Yazma eserler konusunda dünyanın en zengini...




Yorumlar

Popüler Yayınlar